İstanbul Çürümesin, Anadolu Dirilsin!

İstanbul’un çürüyüşü 150 yıl önce değil; Celâlî İsyanları ile, İstanbul için milyonlarca kilometrekarenin sömürülmesi ile, sömürülen ve yoksullaştırılan taşranın İstanbul’a akmaya başlaması ile, hâsılı Yükseliş Dönemi zannedilen Baş Aşağı İniş Dönemi ile başladı.

İstanbul, Kânunî’den başlayarak kanserleştirildi. Kendisini de, milyonlarca kilometrekareyi de sömürdü, tüketti. Avrupa’daki kasabalar birer medeniyet şehrine dönüşürken, İstanbul ve sömürdüğü geniş coğrafya günden güne taşralaştı, yozlaştı, yoksullaştı.

Çünkü İstanbul, süslü binâlar yapmayı medeniyet zanneden hazır yiyicilerin elinde kaldı. O binâlar ki, mîmarîleri bile onları yaptıranların yaratıcılığından değil, kadîm medeniyetlerden aşırılmış ve tağyir edilmiş absürt fikirlerden çıktılar.

Yavuz’un Doğu’ya yönelmesi, Anadolu’nun ücrâ köşeleri ile Orta Doğu’nun Osmanlı’ya dâhil olmasına yol açtı. Fakat bu dâhil edilen topraklar, ne Roma gibi mâmur hâle getirildi, ne Rusya gibi merkezîleştirildi, ne de Avrupa sömürgecileri gibi kolonize edilerek ana vatandan izole hâle getirildi. Buralara ya halka kabadayılıkla zulmeden sipâhiler yerleştirildi ya da mültezîm denilen haraççılar salındı. Zâten kronikleşmiş dirlik problemi yaşayan bu coğrafyalar, İstanbul’un doymak bilmeyen görgüsüzlüklerini tatmin etmek için hunharca sömürüldü. Yapılan hanlar hamamlar ise ya ordunun geçiş güzergâhının lojistiği için ya da zenginliğin gösterişi için bir lütufçasına yapıldı. Zîrâ hiçbir zaman gerçek alt yapı çalışmaları, ıslah çalışmaları yapılmadı. Çünkü neden yapılacaktı ki? İstanbul’a 100 metre aralıkla süslü câmi dikmek daha önemliydi.

Anadolu’nun, Orta Doğu’nun, Kafkaslar’ın, Kuzey Afrika’nın ve Balkanlar’ın talan edilmesinin doğal sonucu olarak, yoksullaşmış, iliği kemiği kurutulmuş kalabalıklar tek çâre olarak İstanbul’a aktı. Bunu târihsel veriler söylüyor. Zîrâ İstanbul’un nüfusu 1550-1600 yılları arasında ikiye katlanmış ve neredeyse 1 milyona dayanmıştı. 

Evet; Byzantium, yâni Konstantinopolis, yâni İstanbul târih boyunca hep ilgi odağı oldu, hep büyük bir şehir oldu. Fakat 1204’teki korkunç yağma bile, 16. Yüzyıl ve sonrasında yaşananların verdiği zararı vermedi. El âlemin hayranlık duyduğu ne varsa, biraz geçmişin gölgeleri, biraz oryantal doku, biraz da sömürülmüş coğrafyalardan çalınanlarla yığılmış olan görgüsüzlüklerdi. İstanbul’a olan hayranlığın safhâlarını en güzel anlatanların başında, çocukluğumuzun baş ucu kitaplarından olan “Çocuk Kalbi” isimli eserin yazarı Edmondo De Amicis geliyor. Yazar “İstanbul” isimli eserinin daha başlarında İstanbul’un uzaktan ve ilk günlerde nasıl büyüleyici iken, tanıdıkça ve içine girdikçe aslında nasıl bir çürümüşlük deryâsı olduğunu mükemmel şekilde tasvir ediyor.

Belki Osmanlı’ya karşı duygusal bağınız var, belki bu “sakallı arkadaşınız” bâzı zülfiyârenize dokundu ama gerçekler bunlar.

Neyse, ne diyorduk? Hah, tamam, hatırladım…

“Aaahh ahh mîrim, nerede o eski cânım İstanbul! 150 yıldır mahvettiler güzelim şehri! Hatırlar mısın; 1755’te koskoca şehir ne güzel yanmıştı çıra gibi! Yüzyıllara dayanan bozuk yapılaşma yüzünden söndürülemeyen yangın, eğri büğrü ahşap yapılarla beslenip Ayasofya’ya ve Topkapı Sarayı’na dayanmış, Ayasofya’nın çatısını eritip yıkmış, olmayan altyapı yüzünden yangını söndürecek su bulunamamış, biz de şehrin üçte ikisinin cayır cayır yanmasını oturup ne güzel izlemiştik! Ne güzel günlermiş, kıymetini bilemedik!”

Bunca yıl, bunca felâket geldi geçti ama hâlâ ne devlet ne de toplum olarak ders aldığımızı zannetmiyorum. Zîrâ hâlâ devlet politikalarında da, toplumun yaşayışında da İstanbul odaklı bir yaklaşım sürüyor. İstanbul hâlâ Anadolu’nun nüfusunu ve ekonomisini emerek günden güne obezleşiyor. Anadolu hâlâ İstanbul’a canını, kanını, varını, yoğunu akıtıyor. Sonuç olarak geldiğimiz noktada Anadolu’nun tarım arazileri terk edilmiş, meraları bomboş, şehirleri ve kasabaları zavallı durumda. Ülkenin tarım ve hayvancılığı çoktan bitti, kıt kaynakları çoktan tükendi. İstanbul’un başına bir şey gelecek olsa, Anadolu’da ülkenin ekonomisini ayakta tutacak hiçbir ekonomik ve sosyal altyapı yok. 

Artık bu son dönemeçte, uçurumdan yuvarlanmadan önce tutunduğumuz bu son kök parçasında var olan tek çözüm, âcilen ekonomik ve sosyal yatırımların Anadolu’ya yönlendirilmesi ve İstanbul’dan Anadolu’ya tersine göçün başlatılmasıdır. Bunun bir hükûmet projesi olarak değil, devlet politikası olarak ele alınması gerekiyor. Anadolu’nun şehirlerinin, kasabalarının tarım, hayvancılık, mâdencilik, yüksek teknoloji, otomotiv gibi alanlarda büyük ve uluslararası yatırımlarla ayağa kaldırılması şart. Ülkenin elindeki kaynakların büyük çoğunluğunu artık kangrenleşmeye başlayan İstanbul’a ayırmak, hem İstanbul’a hem ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Sırf bu nedenle bile Kanal İstanbul gibi çok yüksek mâliyetli projelerin yerini Anadolu’nun kalkınmasına ve diriltilmesine yarayacak projelerin alması gerektiğini fark etmek zorundayız.

Çünkü Türkiye, İstanbul’dan büyüktür, öyle olmalıdır.


Yayın organı: Gazetelink
Yayın târihi: 16.01.2020
Adres: https://www.gazetelink.com/istanbul-curumesin-anadolu-dirilsin-oguz-evren-kilic/

Site Footer

Sliding Sidebar

    2019 © Oğuz Evren KILIÇ.   Bu internet sitesindeki tüm yazılar ve diğer içerikler izinsiz kopyalanamaz ve kullanılamaz. Tüm içeriğin hakkı mahfuzdur.