Sır

30 küsur yıllık sırrı açıklama vakti geldi. Çünkü öldü. O ölünceye kadar hiç kimseye bahsetmeyeceğime dâir kendi içimdeki Tanrı ile sözleşmiştik. Ben sözümü tuttum, o da tuttu.

Ben doğduğumda babam 50 yaşındaydı. 50 dediysem, 35 yaşındaymışçasına bir 50’ydi. Ama olsun, adıyla sanıyla 50’ydi. Babamın 50 yaşını aşıp 60’ına doğru yürüyor olması, şu dünyaya gözümü açtığımdan beri peşimden sürüklediğim en büyük korkumu yarattı. Çoğu arkadaşımın dedesi, büyükbabası ile yaşıttı. Târihteki birçok figürün öldüğü yaşlardaydı. Zihnimin dünyayı şempanzeden hâllice yorumladığı ilk ânlardan itibâren bu gerçekle kadeh tokuşturmaktaydım. Tarımı keşfedip artan ürünlerin hesâbını tutmak için matematiği keşfeden ilkel toplumlar gibi, babamın ne kadar genç ya da yaşlı olduğunu hesaplamak için kendi matematiğimi keşfettim.

Sonra, biraz daha büyüyünce, yâni çocukların “Ali gel” hatmettiği zamanlarda, kendi dînimi îcâd ettim. Her gece yatmadan, uyumadan önce “Ne olur ölmesin!” diye duâ etmeye başladım. Bu kısa ve tek cümlelik duâ, 3-4 sene sonra içimdeki Tanrı ile adamakıllı pazarlığa dönüştü. Evet, bir gün ölecekti, kaçınılmazdı. Ama en azından ben yeterince büyümüş olmalıydım. En azından bu çok görülmemeliydi. Uzun süren pazarlıklardan, gözü kapalı ve karanlık kıvranmalardan sonra bir orta yol bulundu: 30’uma kadar ölmeyecekti. Karşılığında her gece bu korkuyu iliklerime kadar yaşayacak, her gece ateşten bir döşeğe uzanacak ve kimseye bir kelime bile söylemeyecektim.

Yıllar ilerledi. Yaşlar arttı. Ben ergenliğe adım atarken, babam 70’ine doğru yürüyordu. Geceleri ondan önce uyuduğum pek azdı. Geceleri nefesini uzaktan kontrol ettim. Hep kontrol ettim. Göğsü inip kalkıyor muydu? Evet… Tamam, o zaman sorun yoktu. Çok şükürdü.

Sonra bu kontrollerle geçen geceler, sabahlara dayanmaya başladı. Çünkü yıllar ilerliyordu. Lise yılları ve üniversite yıllarında tam gece mesâilerine başlamıştım. Hele hemen her gece saatin 4’ünde kalkıyordu ya; sanırsın bir sabah esintisi ile ferahlamak…

Böyle böyle 26’ıma geldim. O da 76’sına geldi. İnsanın her şeyi yaşlanıyor da, korkuları yaşlanmıyor. Aç bir kara tazı gibi insanın kuytularında koşturup duruyor. 26’sına gelmiş genç bir adamın 6 yaşından beri peşi sıra sürüklediği korkularını yaşıyor olması hakkında acabâ Marx ne derdi? Ya da Hegel? Pek bir şey diyebileceklerini sanmıyorum…

Neyse, uzatmayayım. Yıl 2008’di. Ve ilk kez, 76’sına kadar grip bile olmadan, bir antik heykel gibi gelen adam, bir gün, bir öğlen, birden yatağına uzandı, gözlerini tavana sâbitledi ve sayıklamaya başladı. Okuma-yazma öğrenilen yaşlardan beri bir gün lâzım olacak diye deli gibi öğrendiğim kriz ve ilk yardım bilgilerimi tozlu raflardan indirmek zamanı gelmişti. Gözlerine baktım, ayaklarına, ellerine, nabzına, türlü detayına baktım. Kalp değildi, muhtemelen beyindi. Ablamı aradım, başımızda telâşlı bir kuş gibi çırpınmakta olan annemi de alıp dosdoğru ablamın çalıştığı hastaneye yetiştirdim. Ev ile hastane arasındaki o 20 dakikalık zamanda beyninin 1/3’ü ölmüştü bile… Emboli denilen sinsi yılan yapacağını yapmıştı. Ama yine de ölmedi, hayata tutundu. Ama artık o, o değildi. Neredeydi, hangi zamandaydı, bilmiyordu, ölene kadar da bilemeyecekti… Geçmişin soluk sarı anılarını hatırlayacak ama bahar dalı gibi tâze gördüklerini, duyduklarını, tanıştıklarını birkaç sâniye içinde unutacaktı.

Bu emboli hâdisesi olunca, artık içimdeki Tanrı ile oturup konuşmak zamanının geldiğini anladım. Tahta kurtlarının delik deşik ettiği, târihle yaşıt, salaş masaya oturduk, konuştuk. “30 demiştik, ayıp olmadı mı bu biraz?” dedim. “Merâk etme, sen bana güven, bu gerekliydi. Hem daha 30 olmadın ve o da ölmedi” dedi. “Senin yapacağın işin tâ!” diyesim geldi ama demedim. Tanrı olduğundan değil… Sâdece, haklıydı. Yaşıyordu, ölmemişti.

Son 11 yıl yarı babamla yarı babamsız geçti. Vardı ama yoktu. Ama olsun, göğsü hâlâ inip kalkıyordu. Hâlâ sıcaktı. Hâlâ geceleri tuvalete kalkıyordu. Parmağımı ıslatıp ağzından topladığım kelime kırıntılarıyla sohbet atıştırmalıkları yapıyordum. Gülümsetiyordum. İnanmazsınız ama hâlâ şakalaşıyordum.

Farkındaydım; o son 11 yıl bonustu. O son 11 yıl, yoklukla müzâkereydi. Alışmaktı. Kabûllenmekti.

30 küsur yıl boyunca adım adım, gece gece yürünen yol, Ağustos’un 9’unda bitti. Artık göğsü inip kalkmıyordu. Artık buz gibiydi. Artık yattığı yerden kalkıp tuvalete gitmiyordu. En küçüklüğümden, bebeliğimden beri benimle kol kola yürüyen korku, babamın morgdaki solgun ve uyuyan yüzüne baktı ve o morgun kapısından çıkıp gitti.

Artık korkusuzum ve babamsızım.


Yayın organı: Facebook
Yayın târihi: 16.08.2019
Adres: https://www.facebook.com/oguz.evren.kilic/posts/10156478799890205

Site Footer

Sliding Sidebar

    2019 © Oğuz Evren KILIÇ.   Bu internet sitesindeki tüm yazılar ve diğer içerikler izinsiz kopyalanamaz ve kullanılamaz. Tüm içeriğin hakkı mahfuzdur.